Sayfalar

25 Eylül 2013 Çarşamba

Suriye politikası sürdürülemez, çünkü...



CENGİZ
ÇANDAR


DUBAİ- Beni Dubai’ye taşıyan uçağın rotasına bakıyorum önümdeki koltuğun üzerinden aşağıya sarkan ekranda ve Suriye üzerinden geçip, Irak’ın güneyinden kıvrılarak ‘körfez’e inen yeşil bir çizgi görüyorum. (Rota, sonra değişti; Suriye’ye girmeden İran üzerinden ‘körfez’e indik…)

Zaten kendime sormuştum: Hangi Suriye? Türk Hava Yolları’nın üzerinden geçeceği hangi Suriye hava sahası? Bütün bunlar kaldı mı?
Tam da o esnada International Herald Tribune gazetesinde Michael Meyer’in ‘Standing against the warlords’ (Savaş ağalarına karşı koymak) başlıklı yazısını okumaya dalmıştım. Meyer, BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon’un İletişim Direktörü imiş. Darfur’da aynı görevde bulunmuş, şu sırada da Kenya’da Nairobi Üniversitesi’nde lisans üstü bölümünün dekanı.
Yazısı, Nairobi’nin bir alışveriş merkezini kana bulayan el-Kaide’nin Somali kolu olarak bilinen Şebab’ın (Arapça ‘Gençler’ anlamına gelir) eyleminden yola çıkarak, Somali, Güney Sudan, Sudan ve Mali’yi içine alan, hatta Libya’da kendini gösteren ‘savaş ağalığı sistemlerinin oluşumu’na ilişkin.

Bu ismi sayılan ülkelerde –Somali hariç, orası Afrika ülkelerinin desteğiyle görece bir toparlanma sürecinde ve İslamcı güçlerin gelir kaynağı olan Hint Okyanusu’ndaki korsanlığın önlenmeye başlamasıyla da Şebab gibi örgütler mali bakımdan zora girmiş haldeler- ‘devlet’ ortadan kalkıyor; ‘devlet otoritesi’nin yerini ‘savaş ağalığı’ alıyor. Söz konusu yazının şu bölümünü ilgiyle okudum:
“Güçlü bir merkeziyetçi devletin, kendisinden önceki Lübnan gibi, hızla nasıl içeri doğru infilak edeceğini (to implode) görebilmemiz için Suriye’ye bakmamız yeterli. Başkan Beşşar Esad iktidarda kalsa da kalmasa da artık ülkesi yok. Şayet on yıllar boyunca değilse, yıllar boyu gelecek belli: Birbirleriyle savaş ganimeti ve ideoloji üzerinden çekişecek, giderek fakirleşen ve terörize olmuş halklarını haraca keserek varlıklarını sürdürecek olan savaş ağalarının yönetimi…”

Bu bölüm, benim içerde-dışarda sürekli muhatap olduğum “Suriye’de ne olacak? Nasıl bir Suriye” sorusuna yaklaşık bir yıldır verdiğim cevabın özeti gibi. Bundan 10 ay önce –sanırım daha önce de yazdım- Kanada’da Halifax Güvenlik Forumu’nda Suriye konulu panelin konuşmacılarından biriydim. Tam karşımda, forumun onur konuğu konumunda ABD’nin Suriye rejimine karşı harekete geçilmesinin en ateşli savunucusu olan Arizona Senatörü John Mc Cain oturuyordu. Sözlerime, “Haritaya baktığımızda sınırlarını değişmemiş görsek, uluslararası sınırları aynı kalsa bile, hepimize ders kitaplarında bunca yıldır öğretilmiş olan Suriye artık yok” diye girdim. John Mc Cain, onay babında başını sallıyordu.

“Bundan sonra Suriye, uluslararası sınırları içinde aynı kalsa da çok uzun yıllar, içten parçalanmış, her bir parçası başka bir gücün kontrolü altında bulunacak, sürekli bir iç savaş halindeki bir ülke olarak yaşayabilir. Lübnan, 15 yıl benzer bir durumdaydı. O Lübnan’ı gözünüzün önüne getirin ve Suriye ölçeğine yayın” diye devam ettim. Benim gördüğüm Suriye 2012 Kasım ayında böyleydi. Şimdi de öyle.
İç savaş içinde iç savaşlar yaşanan; muhalefet blokları arasında, hatta her bir muhalefet örgütünün kendi içinde daha da küçük ölçekte, iç savaşların yaşandığı ve yaşanacağı bir coğrafya.

ABD-Rusya arasında Cenevre-2 –şayet toplanabilirse- bir ‘bölgesel nüfuz alanları’ üzerinde tarihi bir ‘uzlaşma’ olabilsin ve bu Suriye’ye empoze edilebilirse, yukarıdaki ‘fotoğraf’ değişebilir. Ne var ki, 1) Böyle bir ‘uzlaşma’ kolay değil; 2) Olsa bile ‘saha’da yani çığrından çıkmış Suriye’de kolay kolay uygulanabilir değil.

Böyle bir durum, Suriye’de ‘sürdürülemez bir politika’da inat eden Türkiye’yi ‘yeni’ ve ‘gerçekçi’ bir Suriye politikası oluşturmaya zorluyor.
Suriye söz konusu olunca yanlış yapmayan hiç kimse yok. İktidarın Suriye politikasını ben de destekledim. Çünkü, yıkılması arzumda hâlâ bir değişiklik olmamakla birlikte, ben de Başşar Esad rejiminin ömrünün bu kadar uzayabileceğini ve Suriye’nin içinin bu kadar ‘kirlenebileceğini’ düşünmemiştim. Gelinen noktada, Türkiye’yi yalnızlaştıran ve artık etkisizleşmiş olan politikanın anlamı ve gereği kalmadı.

İlk başta haklı ve doğru görünen politika, zaman içinde ‘mezhepçiliğe’ kayınca ve gerek ABD’nin ve gerekse Rusya’nın –farklı gerekçelerle de olsa- Suriye pozisyonlarının ‘aşılamaz’ olduğu ortaya çıkınca, sadece ‘sürdürülemez’ olmaktan çıktı; ‘sürdürülmemesi gereken’ bir politika haline dönüştü.

En önemlisi, bu politikada ısrar, Türkiye’nin iç dokusunu perişan edecektir. Çünkü:
1. Türkiye sınırlarının dibinde an-Nusra ve IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) gibi el-Kaide örgütünün Kürtlere saldırmasına ‘yol veren ülke’ görüntüsünü, kendi Kürt halkıyla çatışmayı göze almadan sürdüremez;
2. İzlenen Suriye politikası, ısrar edildiği takdirde, Türkiye içinde Sünni-Alevi çatışmasını azdıracak bir ‘saatli bomba’ gibi infilak zamanını bekliyor. ‘Saatin tiktakları’ son birkaç ayda sayısız olayda kendisini gösteriyor, duyuruyor. Bunu, ne herhangi bir ‘paket’in içinde ‘cemevi tavizi’ ne de “Bizim Alevilerimiz, oradaki Nusayrilerle aynı şey değil” söylemi önleyebilir. Hiç kimse kendisini aldatmasın.
Türkiye, ‘mezhepçi’ Suriye politikasından tepeden tırnağa sıyrılmadan, milyonlarca Alevisinin ‘ruhi kopuşu’nu ve öfkesini önleyemez.
Neyse ki ‘tehlike’nin ‘idrakinde olduğunu’ gösterenler de var. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün New York’ta beraberindeki gazetecilere söyledikleri önemli. Türkiye sınırlarının dibine gelen ve Kürtlere karşı göz yumulan el-Kaide varlığı ve faaliyetinden şu cümlelerle söz etti:

“... Bizim için bu hayati bir konu ve büyük bir güvenlik tehdididir. Bizi birinci derecede ilgilendiriyor. Onun için biz daha çok gayret sarf ediyoruz.”

Tabii, bu cümleleri söyleyene kadar, ‘apolojetik’ sayılabilecek, bir bakıma o örgütleri ‘anlayışla karşılamak gerektiği’ şeklinde yorumlanmaya müsait şu cümleleri de sarf ettiğini not edelim:
“Bir tarafta haksızlık, zulüm, silah söz konusu olursa, ona karşı direnç söz konusu olur. Bu ortamlar olduğu süre içinde o ülkede bir grup mücadele ederken haksızlığa karşı, kurulu düzene karşı giderek radikalleşir, giderek ekstremleşir. Ondan sonra da onların arasından terörist diyebileceğimiz gruplar çıkar. Başında belki hiçbiri terörist ya da radikal değildi. Ama bu şartlar insanları o noktaya getirdi. Karıncayı ezmeyen insanlar öyle bir noktaya gelir ki karşılıklı vahşetin içine girerler. Bu, böyle bir süreçtir. Başında birkaç yüz kişiyken, binlere on binlere çıkar.”
Bu dedikleri ‘akademik’ anlamda yanlış değil ama ‘siyasi’ olarak bir şey ifade etmez. Nijerya’dan Yemen’e, Somali’den Türkiye sınırlarının dibine, Suriye’ye; peynir ekmek yer gibi insan öldüren, hasımlarının kafasını kesen, yüreklerini söküp yiyen, bunları videoya alacak kadar teknolojiyle haşir neşir bir ‘ideolojik örgüt’ün, el-Kaide’nin kolları var. Nijerya’dakinin adı Boko Haram. ‘Batı Eğitimi Günahtır’ anlamına geliyormuş!

Abdullah Gül, Avrupa Konseyi Kurucu üyesi, NATO üyesi, AB aday üyesi, yani Batı kurumlarına üye bir ülkenin devlet başkanı. Avrupa kıtasındaki Batı Balkanlar’ın (Ortadoğu’nun değil) devletin ‘heartland’i sayılan Osmanlı mirasçısı Türkiye’nin cumhurbaşkanı.
Türkiye’nin Suriye politikasını yeniden düzenlemesinin sorumluluğu, Ak Parti iktidarının başarılı döneminin başarılı Dışişleri Bakanı’nın da üzerinde…




Bilgi paylaştıkca yararlı olur Lütfen yorum eden! iyi veya kötü önemi yok.

24 Eylül 2013 Salı

Anne ben barbar mıyım?


CÜNEYT
ÖZDEMİR



 Barbar, Yunancada ‘bizden olmayan’ demekmiş. Bu ‘biz’ meselesi şu aralar çok kafama takılıyor. Bir ara hatırlarsanız ‘taraf olmayan bertaraf’ olur vardı. Şimdi gazetecisinden işadamına kadar ‘bizden olmayan bertaraf olur’ aşamasına gelindi. Peki kim bu ‘biz’?
Aslında hepimiz biliyoruz artık o ‘biz’in kim olduğunu. Peki, o zaman barbar kim oluyor? Gelin şu barbarları yakından tanıyalım.
Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz.

Ömer Özkan gibi dünyaca ünlü bir cerrah olabilir, yüz nakilleri ile Türkiye’nin adını dünyaya duyurabilir, bu uğurda eşinizin, yavrunuzun doğumunu bile kaçırmayı göze alabilirsiniz. Fark etmez. Senin dünyaya nam salan itibarın faili meçhul bir ihbar mektubuna bakar. Bir de bakmışsın kendini gazetelerin manşetlerinde, yolsuzluk yapan bir doktor olarak 8 sütuna manşet buluverirsin. Muhbir vatandaş, memleketin yüz akı bir doktordan daha muteberdir ‘biz’in gözünde. Bu yüzden ‘boşuna didinip durma’ der bu sistem sana. “Çek git, bütün bu yapacaklarını yurtdışında bir üniversite yap” der bu soruşturmalar aslında. Sen ne iş yaparsan yap, hangi kurumda çalışırsan çalış, ‘Vasatistan’da her başarının ardından barbarlığı tescillenen biri oluverirsin. Barbarsındır, farkında değilsindir.

Müslüman olman yetmez Misak-ı Milli sınırlarında. Devletin gözünde Sünni de olman şarttır Müslümanlığının yanı sıra. Laik Sünni bir rejimde yaşarsın, çaktırmazsın. Sünni değilsen, cami yerine cemevine gitmeyi bir inanç olarak görüyorsan, eğitiminden ibadetine sen bu devletin gözünde ilk günden bu yana barbarsın zaten çocuğum. Ne okullarda senin inancına yer vardır ne de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesinde sana ayrılan tek kuruş bulabilirsin. Önyargılar, söylentiler, ayıp fıkralarla dışlanırsın. Otellerde bir mum gibi yakılır, mahkeme salonlarında suçluların kaçırılmasının seyrine baktırılırsın.

Kürtsen tescilli barbarsın demektir. Ne dilin konuşulur ne kimliğin kabul edilir. Yıllardır binlerce Kürt’ün dağlarda bir hiç uğruna ölmesi de öldürmesi de bir rastlantı değildir. Kürt olman da fark etmez. Barbarlık empati ile de gelir yapışır üzerine.
“Barışa geç kalıyoruz, hükümet işi ağırdan alıyor”, “Barış süreci güme gidecek yahu, neyi bekliyorsunuz?” diye telaşlananlar arasındaysan barbarların arasına düşmüşsün haberin yok demektir. Her türlü barışı talep etmenin karşılığında ‘barbarlık’ yazıyor nicedir bu topraklarda. ‘Barış’ deyince terörist ilan ediliyorsun. “Savaşmayalım” deyince suçlu diye başparmaklar kalkıyor üzerine. Suriye’de 100 bin kişinin ölümünün yenilerini öldürerek bastırılmayacağını düşünüyorsan, savaşın iki cephesi vardır diyorsan, tarafsız kalmaya çabalıyorsan sen devlet babanın gözünde zaten barbarsın yavrucuğum.

Gencecik çocuklar sokak gösterilerinde kuş gibi tek tek öldürülüyorsa ve sen hiçbir ölümün hesabını soramıyorsan, bu çaresizlik seni sokağa döküp öldürülen her gencin ardından yeniden sokağa dökülmekten başka çare bulamıyorsan polisin gözünde ya potansiyel barbarsın ya da sabıkalı bir barbar...

“Gezi, Gezi, Gezi” diye hâlâ geziniyorsan sen yeni barbar oldun, keyfini çıkar canımın içi...

“Bizim bir Avrupa hayalimiz vardı, ne zaman onu bırakıp Ortadoğu liderliğine soyunduk” diyenlerdensen hemen kaybol gözümün önünden.
Pis barbar seni...

Barbarlığın binlerce çeşidi var şu aralar... Bir bakmışsın ‘çapulcu barbar’ olmuşsun, bir bakmışsın adını sanını duymadığın, kukuletalı faiz lobisinin ‘figüran barbarına’ dönüşmüşsün, oradan ‘Otporun uşağı barbarlara’ transfer olup fark etmeden dış güçlerin maşalığına terfi eden bir barbar oluvermişsin.

Barbarlığın seviyesi öylesine düştü, kaplama alanı o kadar genişledi ki artık “Olimpiyat belki de iyi bir şey değildir, biz almayalım” demek bile barbarlıkla eş koşuluyor. Üstelik kınalı barbar! Artık nerene uygun görürsen...


Devletin her zaman bir ‘barbarlar’ tanımı oldu. Kimi zaman dış düşmanlar, kimi zaman iç mihraklar barbarlık kelimesinin karşılığı olarak yazıldı. Bir zamanlar devlet barbarları tarif ederken Yunanistan’ı, İran’ı, Irak’ı sayardı. Sonra onlar gitti, yerine PKK, Kürtler ve Ermeniler geldi... 6-7 Eylül olayları öncesi barbarlar Rumlardı. 28 Şubat’ın barbarları gericiler, irticacılar oldu.

Her dönem hükümetler ve devletler kendi barbarlarını yarattı. Gelin görün ki artık ‘Biz’den olmayan herkesin barbarlığa transfer olması bir ilk gözüküyor.

İstanbul Bienali’nin bu yılki başlığı, Lale Müldür’den ödünç alınan ‘Anne ben barbar mıyım?’

İsterseniz bu zor soruya başka bir soru ile cevap verelim.

“‘Biz’den misin?”

Ona karar ver.
Ya ‘biz’densin ya da ‘barbar’!




Bilgi paylaştıkca yararlı olur Lütfen yorum eden! iyi veya kötü önemi yok.

21 Eylül 2013 Cumartesi

Google arama motoru için anahtar kelime






Anahtar kelimeleri sık sık geçirmek veya site ile ilgili olmamasına rağmen bir çok anahtar kelime girerek spam olgusu yaratmak başlıca hatalardır.
Örneğin display:none komutu kullanmak kullanıcıdan görüntüyü saklayıp arama motoruna göstermek için yapılan bir hareket olduğundan olumsuz bir etki yapacaktır.
White Hat Tag Girimi:
Konuyla alakalı olarak konunun türevlerinden oluşan 5 ila 10 arasında tag girilir. Taglar elle yazılır ve yazının içeriği ile alakalı olmasına özen gösterilir. Örneğin
Cep telefonu için Nokia markayi secelim
Nokia ceptelefonu
En ucuz Nokia
En iyi Nokia
Kameralı Nokia
Bu şekilde en çok 10 tane yazılır
Grey Hat Tag Girim Yöntemleri:
Hit getirecek keywordlar programa girilir ve  bir liste hazırlanır.
Kaçak Nokia,ucuz Nokia, kampanyalı Nokia bu tarz kelimeler yazılır 15 tane ye kadar eklenebilir.
Bu şekilde anahtar kelimeler secildiğinde daha fazla hit olursunuz ve google tarafında üst taraflara yerleşirsiniz.
Bilgi paylaştıkca yararlı olur Lütfen yorum eden! iyi veya kötü önemi yok.

'Rojava'ya sıfır noktasında...


                                       
                                                                                 CENGİZ  ÇANDAR

'Rojava'ya sıfır noktasında...

Ortadoğu'da bir Kürt-gayrimüslim ittifakının filizlenmekte olduğundan, bunun demokrasinin güvencesi olacağından söz edebilir miyiz acaba?
 NUSAYBİN - Eski Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kaya, telefonda, “Şimdi eczacı kimliğimle konuşuyorum” diye söze başladı. “Rojava, ilaçsızlıktan kırılıyor. Bölge çapında kampanya başlattık. Dört kamyon dolusu ilaç ve tıbbi malzeme topladık. Ancak sınırın öbür tarafına geçiremiyoruz. Ne olur, şunu bir duyursanız...”
Ona, “Yarın Nusaybin’de olacağım. Orada durumu daha iyi anlar, yazarım” cevabını verdim. Ertesi gün (yani dün) Mardin’den İpekyolu’na doğru inerken, Rojava’nın Kürtlerin fiili yönetimine geçmiş yerleşim merkezleri gözümün önünde tespih taneleri gibi dizilmiş, gayet net bir görüntü veriyorlardı. En sağda, Şenyurt’un karşısındaki Derbesiye, sol çaprazda Amude. Suriye kuzeyinin en büyük şehri Kamışlı ise Nusaybin ile bitişik bir şehir.
İpekyolu’nda Nusaybin’e doğru ilerlerken, yolun sağ yanı dikenli teller, düzenli aralıklarla kontrol kuleleri... Direksiyondaki Nusaybin Belediyesi’nin Başkan Yardımcısı, “Bir kaza olsa, bir araba sağa doğru yuvarlansa, başına bir şey gelmeyeceği varsa bile mayın patlar; havaya uçar” diye işaret ediyor, dikenli teller ile az ötede Türkiye-Suriye sınırını oluşturan demiryolu arasındaki mayınlı toprakları.
Diyarbakır-Nusaybin arası yol boyunca, bana, tüm bölgenin nasıl sabah-akşam Rojava ile yatıp kalktığını anlatıyor. Kamışlı’da akrabaları var; birçok Nusaybinlinin olduğu gibi. Zaten, şu anda Nusaybin’de en az 10 bin Suriye vatandaşı da –Belediye Başkanı Ayşe Gökkan’ın söylediğine göre hamile kadınlar, çok yaşlılar ve çocuklar- Nusaybin’deki akrabalarının yanına sığınmış durumdalar.
85 bin kişilik Nusaybin’de, normal zamanda nüfusu 350 bine zaten dayanmış Kamışlı’ya neredeyse sıfır noktasındaki ‘Mezopotamya Tarihinde Nusaybin Sempozyumu-2’nin yapılmakta olduğu Mitanni Kültür Merkezi’nin bahçesinde Ayşe Gökkan’la sohbet ediyorum. “Türkiye ile Suriye arasındaki sıfır noktasındayız, değil mi?” diye soracak oluyorum; iki adım ötesini işaret ediyor, kum torbalarını gördüğümüz yer, sınır sayılıyor.
Aslında sınır falan yok. Çağçağ Suyu, hem Nusaybin’in hem Kamışlı’nın içinden geçiyor. ‘Sanal’ sınırın iki tarafında da, Kürtler, Süryaniler, Araplar yaşıyor. Salgın hastalıklar, iç içe girmiş toplumlar, aslında tarihi olarak aynı şehrin (tarihi olan şehir Nusaybin) her iki tarafında da sınıra saygı göstermiyor.
Nusaybinli doktor Ramazan Kaya, Suriye’deki şartların yol açtığı ve Kamışlı üzerinden Türkiye topraklarına girerek –özellikle Mardin ilinde- yeniden görülmekte olan hastalıkları anlatıyor bana:
“Son 10 yılda bölgemizde kızamık vakaları hiç görülmez iken bugün yüzlerle ifade edilen vakalar saptanıyor. Son 10 yılda sıtma vakaları görülmez iken 2012 yılında Mardin’de 300’ü aşan sıtma vakaları saptandı. Ortadan kalkmış görünen şark çıbanı ve çocuk felci vakaları da görülmeye başlandı...”
Neler yapılması gerektiği konusunda hazırlanan raporlardan söz ediyor; ama Suriye’deki gelişmelerin Türkiye-Suriye sınır boyunu hızla aşarak, her anlamda Türkiye’yi ‘enfekte’ etmekte olduğu, Nusaybin’de, kolaylıkla görülüyor ve anlaşılıyor.
Nusaybin’in yüzde 90’a yakın bir ezici oyla seçilen Suruçlu (Rojava’daki Kobani’nin tam dibindeki bir köyden geliyor) Belediye Başkanı Ayşe Gökkan, Türkiye’de devletin, kendince tuhaf ve aşırı gördüğü ‘duyarsızlığı’ndan yakınıyor. Neyse ki Nusaybin’deki kamuoyunun patlama noktasına gelerek oluşturduğu baskı ve kendisinin aralıksız temasları sonucu, bir aydır ilk kez (ve toplamda üçüncü kez) ‘Rojava’ya yardım’ geçişi var.
“Akşam Şenyurt’tayız, sabaha kadar. Gelin görün” diyor; “400 ton gıda ve ilaç yardımı geçireceğiz...”
‘Mezopotamya Tarihinde Nusaybin Sempozyumu’ndan çıkıp, Kızıltepe yakınlarındaki Şenyurt sınır kapısına gideceğiz; onlarca kamyonun geçişine tanık olmak üzere. Zaten gün boyu, bu konuda Nusaybin kıpır kıpırdı, heyecanla.
Peki, Nusaybin’den bir taş atımlık mesafeden bile yakın Kamışlı’ya geçirmek varken yardımı, niçin bir 45 dakika öteye, Kızıltepe civarına gitmek zorundayız?
Çünkü, Kamışlı’da iki noktada, sınır geçişinde ve havaalanında hâlâ Şam rejiminin görevleri var ve sınırı kapıyorlar. Kamışlı’yı PYD’nin ağır bastığı ‘Heyeta Bilind’ yani Kürt ‘Yüksek Konseyi’ fiilen yönetiyor. Ayşe Gökkan, “Yüksek Heyet ile istediğimiz her an tel örgülerde buluşup görüşüyoruz” diyor ve Kürt mücadelesinin sınırın iki tarafında nasıl ‘birleşik’ hale gelmiş olduğunu böylece anlatmış oluyor.
Uzunca bir süre, çift taraflı geçişlere Kamışlı açık, Nusaybin kapalıymış. Nusaybin Belediye Başkanı, “O kadar uzun süre, Türkiye, niye bu kapıyı kapattı, anlamadık” diye şaşkınlığını ifade ediyor. Şimdi Nusaybin açık, Kamışlı kapalı.
Ayşe Gökkan, bunun gerekçesini, “(PYD lideri) Salih Müslim, Türkiye’ye gelmeye başlayalıberi, bu kez, Suriyeliler, Kamışlı’yı kapattı” diye izah ediyor. Türkiye’nin Şenyurt kapısını açmakta sürekli ayak diremesini ise “Şenyurt’un karşısında Suriye tarafındaki Derbesiye’de muhatap olarak sadece PYD var” diye.
Suriye’ye diğer geçiş noktaları olan Kobani ile Afrin de sadece PYD kontrolünde, Akçakale-Tel Abyad ve Karkamış-Carablus, kimisine göre Özgür Suriye Ordusu’nun, Nusaybinlilerin dilindeki tanımıyla ‘çeteler’in kontrolünde. ‘Çeteler’den kasıt, Suriye’deki el-Kaide ve diğer Selefi örgütler.
Kamışlı-Serekaniye yani Nusaybin-Ceylanpınar arası Kürtlerin –esas olarak PYD’nin- kontrolünde ve buraları ‘çeteler’ ile PYD-Kürtler arasında amansız çatışma alanı.
Birazdan, Şenyurt’a Türkiye Kürtlerinin topladığı 400 tonluk gıda ve tıbbi yardımın Rojava Kürtlerine gönderilmesine tanıklık etmek üzere yola çıkacağız. Tam o sırada, Mitanni Kültür Merkezi’nin bahçesinde bir yabancı televizyon şirketinde kameramanlık yapan bir Türk gazeteci yanıma yaklaşarak bana bilgi verme ihtiyacı duyuyor:
“Dün akşam bu saatlerde Ceylanpınar’daydık. Gözlerimle içleri tıka basa insan dolu 6-7 otobüsün büyük bir hızla karşıya, Serekaniye’ye geçtiğini gördüm.”
Nusaybin’den çekilebilen ‘Suriye fotoğrafı’ o ki, “Türkiye Kürtleri, Suriye Kürtlerine gıda ve ilaç yardımında; Türkiye’de birileri ise aynı sınır hattı üzerinden Suriye’deki militan İslamcı gruplara askeri yardımda bulunuyor.”
Nusaybin-Kızıltepe yoluna koyulmadan önce, ‘sıfır noktası’ndaki Mitanni Kültür Merkezi’nin duvarlarındaki afişe bir kez daha bakıyorum. Sempozyum ilanı, en yukarıdan aşağıya Kürtçe, Türkçe, Arapça ve Hz. İsa’nın dili Aramice (Süryanice) yazılmıştı. Sempozyum, M.S. 4. yüzyılda ortaya çıkmış olan ve kimi tarihçilere göre dünyanın ilk üniversitesi kabul edilen ‘Nisibis Okulu’ ile ilgili ciddi akademik bir faaliyet idi.
‘Nisibis Okulu’, bu bölgede Süryanilerin ve Doğu Hıristiyanlığının olağanüstü tarihi rolünün kanıtıdır. Gelgelelim, bugün Hıristiyanlar, dinlerinin yuvası olan Ortadoğu’da toplam nüfusun yüzde 4’ünün altına inmişler. Oysa, Birinci Dünya Savaşı’nın başında bu oran yüzde 20 imiş. Bir-iki kuşak sonra, Ortadoğu’da hiç Hıristiyan kalmaması ihtimali mevcut.
Bu yüzde 20 oranını müthiş düşüren elbette öncelikle 1915. Ve en son olarak, Lübnan’daki iç savaş, Filistin sahasındaki olumsuz gelişmeler, Irak’taki savaş, Mısır’da Koptlara saldırılar ve de tabii ki, Suriye’de bugünkü durum.
Foreign Affairs’in son sayısında ‘The Christian Exodus’ başlıklı çok çarpıcı bir yazının sonu şöyle bitiyordu: “... Bölgenin Hıristiyanlarının ortadan kalkması Müslümanlar için de bir felaket olacaktır. Bu zulümlerin ardından namuslu toplumlar kurmak göreviyle yüz yüze kalacaklardır. Ve bu göre, ortalarında yaşayan Hıristiyanların ortadan kalkmasıyla çok daha zor olacak... Müslümanlar gerçek demokratik kamusal hayatın temeli olan çoğulculuğu böylece ortadan kaldırmış olacaklar...”
Anlaşılan, bu gerçeği, günümüzde en iyi kavrayan Kürtler. Başta Türkiye’dekiler, Rojava’dakiler ve hatta ‘Güney’dekiler.
Ortadoğu’da bir ‘Kürt-gayrimüslim ittifakı’nın filizlenmekte olduğundan, bunun bölgede gelecekteki ‘demokrasi’nin en büyük güvencesi olacağından söz edebilir miyiz acaba?
Nusaybin, ‘Rojava’nın sıfır noktası’nda en azından bu soruyu sordurabiliyor insana...
Bilgi paylaştıkca yararlı olur Lütfen yorum eden! iyi veya kötü önemi yok.